Gözümüzle göremediğimiz her şeyi “yok” saymak, çağımızın en yaygın ve en sinsi yanılgılarından biridir. Özellikle sihir, büyü, nazar, haset, yıldız ve ayın insan üzerindeki etkileri gibi konular, modern bilim çevrelerinde ya da akademik dünyada sıkça “hurafe” etiketiyle damgalanmakta. Ancak burada durup düşünmemiz gereken çok önemli bir mesele var: Bir şeyin hakkında akademik çalışma yapılmamış olması, onun gerçekliğini ortadan kaldırır mı? Ya da daha çarpıcısı: Gözle görünmeyen şeyler, sadece bu yüzden “yok” hükmüne mi alınmalı?
Materyalist düşünce sistemi, özellikle 19. ve 20. yüzyılda bilimsel ilerlemelerle birlikte daha da güç kazandı. Bu sistem, yalnızca beş duyuya hitap eden, ölçülebilen, sınıflandırılabilen ve tekrarlanabilen olayları “gerçek” olarak kabul etti; dolayısıyla bilim dışı kalan her türlü metafiziksel, ruhsal veya spiritüel olgu doğrudan hurafe kategorisine yerleştirildi. Ancak bu yaklaşımın kendi içinde ciddi çelişkiler barındırdığı gün geçtikçe daha çok fark ediliyor. Çünkü modern bilimin “göremem” dediği birçok olgu, aslında varlığını farklı düzeylerde hissettirmeye devam ediyor — tıpkı mikroskop icat edilmeden önce mikropların görülememesi ve hastalıkların “cinlerden” kaynaklandığına inanılması gibi. Belki de bugün benzer bir süreci enerji ve bilinç düzeyinde yaşıyor olabiliriz.
Nitekim kuantum fiziği gibi yeni nesil bilimsel anlayışlar, evrenin yalnızca maddeyle sınırlı olmadığını, gözlemcinin niyeti, enerjisi ve bilinci gibi kavramların da fiziksel realiteyi etkileyebildiğini ortaya koymuştur. Kuantum dolanıklık, parçacıkların birbirinden kilometrelerce uzakta olsalar bile anında birbirlerini etkileyebildiklerini gösteriyor. Bu, klasik fiziğe göre imkânsız bir durumken kuantum fiziği açısından son derece doğal bir olgudur. Peki, bu yeni bilimsel gelişmeler ışığında “nazar” gibi enerjisel etkileri ya da “büyü” gibi yönlendirilmiş niyet gücünü yeniden değerlendirmeye almanın zamanı gelmedi mi?
Kaldı ki, bu tür metafiziksel olgular kuantum fiziğinden çok önce de vardı. İnsanlık tarihi boyunca hemen her kültürde büyü, nazar, enerjiler, ruhsal saldırılar gibi kavramlar vardı ve bu olgular ciddi şekilde ciddiye alınıyordu. Bunları kültürel yanılgılar olarak küçümsemek, binlerce yıllık insan deneyimini yok saymak olur. Oysa bu olguların birçoğu, bireylerde ciddi ruhsal belirtilerle kendini göstermektedir. Uyku bozuklukları, sürekli tedirginlik, açıklanamayan korkular, aşırı enerji kaybı, ani öfke nöbetleri ya da depresyon gibi durumlar yalnızca psikolojik rahatsızlıklarla açıklanamayacak bir çeşitlilik ve derinlik barındırıyor.
Ruhsal hastalıklar, bugün psikoloji ve psikiyatri tarafından inceleniyor. Ancak bu alanlar, her zaman bireyin sadece zihinsel süreçlerine odaklanıyor. Oysa ki insan, yalnızca zihin ve bedenle sınırlı bir varlık değil. Enerji alanı, ruhsal boyutu ve metafizik etkilerle olan etkileşimi de bu sistemin ayrılmaz bir parçasıdır. Bugün birçok ruhsal rahatsızlığın nedenleri hâlâ açıklanamamışken, neden bu açıklanamayan boşluklara farklı açıklama modelleri getirilmesin? Neden büyü, nazar ya da haset gibi etkiler, ruhsal hastalıkların semptomları arasında değerlendirilmeye alınmasın?
Bilimin ilerleyebilmesi için önce sorular sorulmalı, sonra da bu sorular cesaretle araştırılmalıdır. Ancak akademik çevreler, bazı konulara baştan hurafe damgası vurduğunda bu sorular hiç sorulamıyor bile. Bu durum ise hem bilimin tarafsızlık ilkesine aykırıdır hem de insanlık deneyiminin bütüncüllüğüne zarar verir. Bir konu hakkında hiç çalışma yapılmamış olması, o konunun yanlış olduğu anlamına gelmez. Bilimin sessiz kaldığı yerlerde insan deneyimi hâlâ konuşur.
Dolayısıyla gözle görülemeyen, mikroskop altına konulamayan her şeyin “yok” sayılması, bilimin ilerlemesini değil, duraklamasını sağlar. Bilimin görevi, sadece görüneni açıklamak değil; görünmeyeni de anlamaya çalışmaktır. Belki de sihir, büyü, nazar gibi kavramlar, bugün anlamlandıramadığımız enerjisel süreçlerin sadece farklı adlarıdır. Belki de yıldızların ve ayın insan psikolojisine etkisi, modern ölçüm teknikleriyle henüz tespit edilememiş ancak etkisini güçlü şekilde hissettiren birer kozmik gerçekliktir.
Sonuç olarak, bu tür konuları incelemekten kaçınmak, yalnızca bilimsel cesaretsizliğin değil, aynı zamanda insana dair daha derin boyutları ıskalamanın bir sonucudur. Ruhsal hastalıkların belirtileri, bu etkilerin bilimsel olarak da çalışılabilir, sınıflandırılabilir ve ölçülebilir olduğunu göstermektedir. Akademinin bu konulara gözünü ve zihnini açması, yalnızca yeni bilimsel alanların doğmasına değil, aynı zamanda insanın bütünsel sağlığının anlaşılmasına da katkı sağlayacaktır.
The materialist school of thought, especially during the 19th and 20th centuries, gained significant strength through scientific advancements. This system deemed only those phenomena that could be sensed, measured, categorized, and repeated as “real.” As a result, anything falling outside the realm of empirical science—be it metaphysical, spiritual, or mystical—was immediately relegated to the category of superstition. Yet, this approach is increasingly being recognized as inherently contradictory. Many phenomena that modern science claims it “cannot see” continue to make their presence felt on various levels—much like how microbes, once invisible to the naked eye, were believed to be caused by “evil spirits” before the invention of the microscope. Today, we may be experiencing a similar transition on the level of energy and consciousness.
In fact, emerging scientific paradigms like quantum physics have shown that the universe is not limited to matter alone. Concepts such as the observer’s intention, energy, and consciousness can all influence physical reality. Quantum entanglement has demonstrated that particles can affect one another instantly across vast distances. While this is an impossibility under classical physics, quantum mechanics accepts it as a natural phenomenon. In light of such groundbreaking developments, isn’t it time to reassess concepts like the “evil eye” as energetic influences or “sorcery” as a directed force of intention?
Moreover, such metaphysical phenomena existed long before the rise of quantum theory. Throughout human history, nearly every culture has taken concepts like sorcery, the evil eye, spiritual energies, and psychic attacks very seriously. To belittle them as mere cultural delusions is to disregard thousands of years of accumulated human experience. In truth, many of these phenomena manifest themselves through serious spiritual and psychological symptoms. Sleep disorders, constant unease, unexplainable fears, extreme fatigue, sudden outbursts of anger, and even depression—these experiences display a range and depth that often defy purely psychological explanations.
Today, spiritual disorders are studied under the disciplines of psychology and psychiatry. However, these fields tend to focus solely on the individual’s mental processes. Yet human beings are not limited to mind and body alone. Our energetic fields, spiritual dimensions, and interactions with metaphysical influences are all integral components of our being. If the root causes of many spiritual disorders remain unexplained, why shouldn’t we consider alternative explanatory models? Why shouldn’t the effects of sorcery, envy, or the evil eye be included among the possible symptoms of spiritual disturbances?
For science to progress, questions must first be asked—boldly and without prejudice. Yet when academic circles label certain topics as superstition from the outset, these questions are never even allowed to surface. This not only contradicts the principle of scientific objectivity, but it also undermines the holistic nature of human experience. The absence of academic study on a topic does not make it invalid. Where science remains silent, human experience still speaks.
Therefore, dismissing everything that cannot be seen or placed under a microscope does not promote scientific progress—it halts it. The duty of science is not only to explain the visible but to strive to understand the invisible. Perhaps concepts like magic, sorcery, or the evil eye are simply older names for energetic processes we have yet to define. Perhaps the psychological influence of the stars and the moon is a cosmic reality we’ve yet to measure with modern tools, but one that continues to be deeply felt.