İnsan zihni karmaşık bir evrendir. Bu evrende kimi zaman fırtınalar kopar, kimi zaman da derin bir sessizlik hüküm sürer. Ruhsal hastalıklarla mücadele eden bireyler ise bu evrenin en zorlu köşelerinde yaşamaya çalışan gizli yolculardır. Onların iç dünyası dışarıdan bakıldığında anlaşılması güç, karmaşık ve kimi zaman da ürkütücü olabilir. Oysa bu karmaşanın merkezinde yalnızca bir gerçek vardır: bitmeyen bir içsel savaş.
Özellikle geçmişten gelen, yıllara yayılan ruhsal rahatsızlıklar, kişiyi bir gölge gibi takip eder. Bu rahatsızlıklar zamanla kronikleşir; kişi, çözüm arasa da bulamaz. Gittiği psikologlar, aldığı ilaçlar, okuduğu kitaplar, yaptığı yolculuklar… Hepsi bir nebze umut taşısa da çoğu zaman yalnızca geçici bir rahatlama sağlar. Çünkü bu tür ruhsal yaralar, modern tedavilerle ya da güncel enerji çalışmalarıyla değil, özel müdahaleyle iyileşebilir. Ve ne mutlu ki bu da hastanın ulaşabileceği uzaklıktadır.
Ruhsal hasta, hayatın akışına ayak uydurmakta zorlanır. Hayattan keyif almak, onun için çoğu zaman bir lüks haline gelir. Güneşin doğuşu, bir çocuğun gülümsemesi ya da bir dostun sözü… Bütün bunlar sağlıklı bir ruh halindeyken anlamlı olabilir, ancak bu bireyler için bunlar yalnızca arka planda süzülen görüntüler gibidir. Tatminsizlik bir gölge gibi üzerlerine çöker. En güzel sofralarda bile iştahı kapanır, en keyifli anlarda bile gözleri donuktur. Mutluluğu yakalayamamak bir yana, onu anlamakta bile güçlük çekerler.
Bu bireyler çoğu zaman bir yerde sabit kalamaz. Sürekli bir değişim arzusu taşırlar. Evlerini değiştirirler, oturdukları sandalyeyi bile yerinden oynatmak isterler. Uzun süre aynı mekânda kalmak, onlara boğucu gelir. Sanki bir yerde uzun süre dururlarsa, içlerindeki karmaşa dışarı taşacakmış gibi bir korkuyla yaşarlar. Bu nedenle çevrelerinde onları “sabırsız”, “uyumsuz”, hatta “tuhaf” bulanlar çok olur. Ancak aslında bu tutum, onların içsel sıkışmışlığının dışa yansımasıdır.
Toplum içinde bulunmak, kalabalığa karışmak, yüzlerce gözle karşılaşmak… Ruhsal hastalar için bunlar, iç dünyalarındaki çatışmaların daha da büyümesine neden olur. Bu yüzden yalnızlığı tercih ederler. Sessiz bir oda, bir pencere kenarı, boş bir sokak… Bu gibi mekânlar, kalabalıktan çok daha huzur vericidir. Çünkü kalabalık, onların aykırılığını daha görünür kılar; toplumun değer yargılarına, doğrularına ve yaşam biçimlerine çoğu zaman aykırı düşerler. Onların düşünce dünyası, genel kabullerin dışında gezinir. Bu da onları ötekileştirir. Kabul görmemenin acısı, ruhsal hastalığın kendisi kadar derindir.
İçsel dünyalarındaki tatminsizlik ise en belirgin özelliklerinden biridir. Hangi işe başlasalar, bir süre sonra sıkılırlar. Hangi ilişkiyi kursalar, bir boşluk hissederler. Hangi hedefe ulaşsalar, bir eksiklik duyarlar. Bu tatminsizlik hali, kişinin kendine yönelik bir sorgulama içine girmesine yol açar. “Neden böyleyim?”, “Neden mutlu olamıyorum?”, “Neden hiçbir şey yetmiyor?” gibi sorular, zihinlerinde durmaksızın döner. Ancak bu soruların çoğu yanıtsız kalır. Zihin, kendi içine kapanır; kalp, ağırlığını hissettirir.
Dışarıdan bakıldığında ise bu bireylerin kimi zaman oldukça neşeli, hatta enerjik göründükleri olur. Sosyal ortamlarda gülerler, espri yaparlar, hatta çevresine keyif veren insanlar gibi algılanırlar. Ancak bu gülümsemelerin ardında büyük bir boşluk vardır. Gerçek mutlulukla sahte neşenin farkını yalnızca onlar bilir. Çünkü bu tebessümler, çoğu zaman bir savunma mekanizmasıdır. İçsel acılarını saklamak için geliştirdikleri bir maskedir.
Ruhsal hastalıkla yaşayan bireylerin günlük halleri, çoğunlukla yorgun ve bitkindir. Fiziksel olarak da bu yorgunluk kendini gösterir. Uykudan uyanmak zordur, günü geçirmek ağırdır. Hayat, sırtlarında taşınması gereken bir yük gibidir. Sürekli şikâyet etmeye meyilli olmaları ise genellikle yanlış anlaşılır. Oysa bu şikâyetler, yardım çığlığıdır. Görünmek, anlaşılmak ve en çok da “normal” hissedebilmek için verilen sessiz bir mücadeledir.
Ruhsal hastalığın iç dünyası, karanlık bir ormanda tek başına yürümeye benzer. Her adımda farklı bir korku, her köşede farklı bir belirsizlik vardır. Ve bu yolculukta en çok ihtiyaç duydukları şey, anlaşılmak ve kabul görmektir. Her bireyin içinde bir dünya vardır; ancak bazı dünyalar, daha sessiz, daha karmaşık ve daha hüzünlüdür. İşte o dünyalarda yaşayanları anlamak, yalnızca bir empati değil, aynı zamanda bir insanlık görevidir.
Ruhsal hastaların iç dünyasını anlamak, onları iyileştirmekten daha kıymetlidir bazen. Çünkü her anlaşılan duygu, bir parça iyileşmeye kapı aralar. Ve belki de bu kapılardan biri, onların karanlık dünyasına sızacak olan ilk ışıktır.